İnsanın Özü Değişir mi?
Arkadaş çevremizi kötülerden, fesatlardan, dilinde zehirli ok taşıyan kişilerden temizleyip sadece Hakk’ı bilip Hakk’ı söyleyen, dünyalık fenalıklardan uzak duran ve bize her daim iyiyi ve güzeli hatırlatan kişilerle beraber olmalıyız.
Çok seneler önce Osmanlı sultanı bir tekkeyi ziyaret eder. Sultan, şeyhin ilminin etkisi altında kalır ve dervişlerin zikrinden mest olur. Birkaç ay tekkeye devam ettikten sonra sultan şeyhe: “Buraya yaptığım ziyaretlerden, sizden ve dervişlerinizden tamamıyla etkilendim ve memnun kaldım. Yapabileceğim her şekilde size destek olmak istiyorum. Lütfen benden herhangi bir şey isteyin.” -Bu dünyadaki en büyük imparatorluklardan birinin sultanı tarafından verilen açık çek olarak düşünülürse, bu teklifin ne kadar büyük ve göz kamaştırıcı olduğu anlaşılacaktır.- Şeyh bu teklife şöyle cevap verir: “Evet sultanım, benim için bir şey yapabilirsiniz, lütfen bir daha buraya gelmeyiniz.” Şaşkına dönen sultan: “Herhangi bir kusurda mı bulundum? Tasavvufun bütün inceliklerini bilmiyorum ve sizi herhangi bir şekilde kırdımsa çok üzgünüm, af buyurunuz.” der.
“Hayır, hayır” der efendi hazretleri, “Bizi hiçbir şekilde kırmadınız fakat sorun sizden değil, benim dervişlerimden kaynaklanıyor. Siz gelmeden önce Allah’ın Esma-ül Hüsna’sını sadece O’nun rızası için zikrediyorlardı. Şimdi zikir ve meşklerde sizi düşünüyorlar. Sizin onayınızı alıp rızanızı kazananların elde edebileceği zenginlik ve gücü düşünüyorlar. Hayır, sultanım, sorun siz değilsiniz, biziz. Korkarım ki sizin buradaki varlığınızı kaldıracak manevi olgunluğa sahip değiliz. İşte bu yüzden bir daha gelmemenizi istemek zorundayım.”
Ruh ve nefs arasında süren binlerce yıllık savaşta kimin efendi, kimin köle olacağı hepimiz için birer muamma. Ya, ruhu efendi edip gerçeği kucaklayan kâmil iman sahibi insanlardan olacağız ya da nefsi süslü bir tahta oturtup gerçeği inkâr eden habersizlerden. Bu savaş öyle çetindir ki olmaya en yakın, dünyayı gözden çıkarttığı düşünülen “hak yolcularının” bile aklını ve kalbini çeler, karıştırır. Bir anda kendini nefsinle kol kola girmiş, dünya ıslığını çalan şaşkınlar arasında bulursun. Ne oldu ne bitti erken geriye sadece koca bir pişmanlık kalır.
Dünya
Kırmaktan ve kırılmaktan geliyoruz. Akşamları kendimizi yatağa attığımızda zihnimizde onlarca hesap, kitap, proje… Güzel olanı düşünüp uyku sırrına dalmak varken, yarın dünya için daha fazla ne yapabilirim endişesiyle gözlerimizi güzel olana kapatıyoruz. Sabahında ise yorgunluktan ve uykusuzluktan şikâyet edip karton kahve bardaklarını kafaya dikerek kendimize gelmeye çabalıyoruz. Bu çabanın bir sonuca ulaşması mümkün değil zira ruh ancak temiz bir zihinde huzur bulur, dinlenir, rahata kavuşur, kendine gelir. Hesap, kitap, kıdem tazminatı, KPSS, Sodexo, Lavazza ve daha nicesi insanın kendisine ait şeyler olmadığı için, bunlarla çevrili ruhun kendisine gelmesi de haliyle mantıklı bir beklenti değildir.
Kendine gelemeyenlerin tutuştuğu kavgaları dikkatlice izleyin, insanlık ve güzellik adına hiçbir şey barındırmayan, kendine üflenen ruhu unutup madde için ortalığı yakıp yıkan koca bir yığın ve kulakları sağır eden uğultu. Birçoğumuz o kavganın içinde olsak bile artık durup kendimize “yahu ben ne yapıyorum, tüm bunlara değer mi?” diye sormanın zamanı gelmedi mi? Adı konsun ya da konmasın, gerçek olan şu ki dünya artık bir mana arayışı içerisinde. Maddenin yenilgisi, bilgisizliği ve zalimliği karşısında havlu atan insan, sığınacak temiz bir alan arıyor kendine. Kötülüğün, hainliğin, fesatlığın ve çıkarın olmadığı yeni bir yaşam ve düşünce alanı…
İnceliklere ve karşılıksız yapılan işlere hasret kaldı dünya vatandaşları.
Bu inceliklere ve çıkarsızlıklara bir örnek: Anadolu’da bir takım esnafın “salâvat günü” olurmuş, söz gelimi bir manav, bir günü salâvat günü yapıp kendi kendine: “Bugün dükkânımda alışveriş bedava, alışveriş için gelen kimselerden tek bir şey istemeyeceğim, sadece dükkânımda bir salâvat getirsin, Peygamber benim dükkânımda anılsın, inşallah dükkânıma bereket gelir, aileme feyz getirir” dermiş. Bu güzel geleneği aktaran Prof. Dr. Mahmut Erol Kılıç başından geçen bir olayı şöyle naklediyor: “Yaklaşık 10 yıl evvel ailemle İran’da bulunurken çocuğumuz ufak bir rahatsızlık geçirdi. Ne olduğunu çözemediler. Dediler ki ‘Bir doktor var. Amerika’da yaşıyordu; İran’a geri döndü. Bilirse o bilir; işin uzmanıdır ama çok pahalıdır.’ Gittik doktora, muayene etti; ilaçları yazdı. Borcumuzu sordum. Dedi ki ‘Bugün benim salâvat günüm.’ Önce anlayamadım. ‘Tenzilat mı yapacaksınız?’ dedim. ‘Hayır, tek bir şey istiyorum, bu mekânda salâvat getirir misiniz?’ dedi. Sebebi ise ‘Benim dükkânıma feyz gelecek. Üzerimdeki nazar, bela hastalık, sıkıntı salâvatla yayılan pozitif enerji sayesinde kalkacak’ anlayışı.”
Hiçbir dünyevi parametrenin açıklayamayacağı bu manevi tutum bizleri profesyonel insana dönüştüren kirli sistemin kökünü kurutacak yegâne yoldur. Kurtuluşu, gayri safi milli hasılada değil ondan milyon kat daha etkili salâvat-ı şerifte bulanlar kazanacaktır.
Yol
Herkesin her şeyi çok bildiği bu çağda, sadece haddini bilmek bile bize yeter. Basit bir çabayla bile başımız dik alnımız ak bir şekilde bu dünyadan şerefimizle geçebiliriz. Yeter ki iyinin tarafında olalım.
Öleceğiz ve hepsi bitecek. Bizden geriye kalacak tek şey bu dünyada bıraktığımız iz olacak. Ne kadar zengin, ne kadar başarılı, ne kadar güzel olduğumuzu değil ne kadar iyi ya da kötü biri olduğumuzu konuşacaklar arkamızdan. Siz hiç ölen birinin ardından “ne kadar iyi bir tüccardı” dendiğini duydunuz mu? Ölen kişiyi yâd ederken “ne kadar da iyi bir insandı” deriz. Peki, bu iyilik hali için ne yapıyoruz? Küçük çaplı servetler biriktirmenin, yüklü krediler ödemenin yanında bu dünyanın gariplerine sunduğumuz fayda nedir? En son hangi yetimle ya da öksüzle oturup en azından “bu da geçer ya hu” dedik, soframıza fazladan bir tabak ekledik?
İyilerin ve kötülerin savaşı asla bitmeyecek ve her zaman kötülerin sayısı iyilerden fazla olacak. Fakat bir kötü sadece bir kişiyi etkilerken, bir iyi binlerce kişinin kalbine merhamet üfleyecek. İyilerin öne çıkmasına, konuşmasına, harekete geçmesine fazlasıyla ihtiyaç duyduğumuz günlerdeyiz. Kötülüğün ve karanlığın normal hale getirilmeye çalışıldığı bu çağda, korkmadan göğsünü siper edip bu hayâsızlığa karşı Hakk’ı haykıracak, madde bağlamında yüceltilmeye çalışılan bireye, yeniden insan olduğunu hatırlatacak, yaratılan herkesi ve her şeyi kendinden bir parça bilip dünyaya bu nazarla yaklaşacak temiz kalplere ihtiyacımız var.
Tabiat
Hz. Peygamber Efendimiz: “Bir dağın yerinden oynadığını işittiğinizde inanınız fakat bir insanın tabiatını değiştirdiğini işittiğinizde ise inanmayınız” diye buyurur hadis-şeriflerinde. İnsan tabiatında yaratılıştan gelen unsurlar (hava, su, ateş, toprak) bulunur, bu unsurların kimisi insanda daha ağır basar ve asla değiştirilemez, sadece iyiye ve kötüye yönlendirilebilir. Peki, bu dünyaya ait olmayan hak katından gelen ruh nasıl oluyor da istenmeyen vasıfları bünyesinde barındırabiliyor?
Ruhun bedende yaşaması bir hapis hayatına benzer, yedi kat derinliğe sahip ruh, hapsolduğu bedenden kurtulup bir an önce gerçek mekânına dönmek ister. Bu tutsaklık içerisinde bazen ruh bedene, bazen de beden ruha alışır, ortak hareket eder. İyilik ya da kötülük için harekete geçirici unsur ruhtur, fakat hareketi uygulayacak vasıtalar da bedende bulunur. Bu durumda kötü hareketlerimizden sorumlu olan kimdir, beden mi yoksa ruh mu?
Kıyamet gününde beden ruhu “kötülük yapacak gücüm yoktu” diye, ruh da bedeni “kötülük yapacak vasıtam yoktu” diyerek suçlayacaktır. Muzaffer Ozak Efendi’ye göre bedenin ve ruhun birbirlerini suçlamalarına şu şekilde cevap verilecektir: “Siz kötülükte birbirlerine yardım etmiş olan kötürüm ve kör gibisiniz. Kötürüm görüyor ve kararları veriyordu fakat körde de kötülüğü yaptıracak beden ve güç vardı. İkisi de suçludur.”
İnsan, yönelimi ne olursa olsun, sahip olduğu cüz-i irade sayesinde kalbini hep temiz tutma gayretinde olmalıdır. Sahip olduğumuz nefse eziyet etmeden, içimizdeki karanlık yanı aydınlatıp mümkün mertebe temiz ve aydınlık yerlerde ömür sürme amacı taşımalı, içimizdeki ve çevremizdeki karanlığın bizi ele geçirmesine izin vermemeliyiz.
Bunun birkaç basit yolu mevcut: Arkadaş çevremizi kötülerden, fesatlardan, dilinde zehirli ok taşıyan kişilerden temizleyip sadece Hakk’ı bilip Hakk’ı söyleyen, dünyalık fenalıklardan uzak duran ve bize her daim iyiyi ve güzeli hatırlatan kişilerle beraber olmalıyız. Onların yanlarında bulunmalı; özellikle fenalığa alışanlar için ısrarla ve inatla iyilik yapmaya çalışmalıyız. Güzel yerlerde temiz insanlarla beraber temiz yemekler yemeli, sular içmeliyiz. Elimizden geldiği kadar Allah’ın sevdiği kulların yanında olmalı ve Allah’ın bize şah damarımızdan daha yakın olduğunu asla ve asla unutmamalıyız. Şüphesiz ki bizi aydınlığa ve gerçek mutluluğa kavuşturacak olan O’dur. Umarım yol bittiğinde kurtulanlardan taraf oluruz.
Gökhan Ergür
Psikolog